Bir süredir Boğaz'a üçüncü köprülü bir karayolu geçişi yapılmasının doğru olup olmayacağı konusunda hararetli bir tartışma sürüyor. İstanbul'da yaşayanların böyle bir kararda söz hakları olmadığından olsa gerek proje ile ilgili net bilgi edinmek mümkün değil, bugünlerde Belediye Meclisi'nin kararının beklendiği söyleniyor. Konunun uzmanları ve ilgililerinin korkularının temelinde yeni inşa edilecek köprü bağlantılı otoyolun kuzey ormanlarının içinden geçeceği ve bu bölgelerdeki yapılaşma baskısını arttırarak İstanbul'un ciğerleri ve su kaynaklarının tahribatını hızlandıracağı gerçeği yatıyor. Amaç, köprü geçişlerindeki trafiği rahatlatmaksa bunun mevcut köprülerden bir tanesinin yanına yapılacak ilavelerle ve mevcut otoyollarda yapılacak basit genişletmeler ve eklemeler ile çözülebileceğini savunanların sayısı azımsanamayacak ölçekte. Kaldı ki güney aksında inşa edilmekte olan metro sistemi Marmaray'ın ve ihalesi yapılmış olan lastik tekerlekli küçük araç denizaltı geçidinin de köprüler üzerindeki trafik yükünü büyük ölçüde azaltacağı beklenmeli. Bu arada ulaşımın küresel ısınmadaki payının %12 olduğunu ve bu nedenle bireysel ulaşımı teşvik eden yatırımları desteklemenin de sera gazları emisyonunu azaltma hedeflerine uygun olmadığını hatırlatalım.
Ama bir gerçek var: Nüfus artıyor ve şehirler büyüyor. Dünya genelinde ölüm oranı düştükçe, nüfus arttıkça ve kırsaldan kente göç devam ettikçe şehirlerdeki nüfusun azalmasını bekleyemeyiz. Bu durumda şehirlerin hangi yönde büyüyecekleri sorusu çok büyük bir önem kazanıyor: Yatay büyüme mi, dikey büyüme mi?
Her şeyden uzak, sessiz, ağaçlar ve yeşillikler içerisinde bir yaşam hayalini reddetmek çok kolay olmasa gerek. Yatay olarak büyüyen şehirler bu hayali gerçeğe dönüştürebiliyor. Şehirden kilometrelerce uzakta, bir "suburb"de iki katlı, sadece size ait olan bir ev aslında ne kadar da mutluluk verici ve "yeşil" geliyor kulağa değil mi? Oysa madalyonun diğer yüzüne de bakmak gerekli. Toplu taşıma imkanının muhtemelen çok sınırlı olması nedeniyle şehrin dışındaki yaşam noktanıza ulaşmak için harcamak zorunda olduğunuz petrol türevli yakıt; hizmetleri ulaştırmak için salınan sera gazları; inşaat esnasında tahrip edilen yeşil örtü hatta orman; altyapı hizmetlerini ulaştırmak için ayrılan kaynaklar ve yapısı değiştirilen doğa (mesela nehir yatakları) yatay büyüyen bir şehrin getirdiği sorunların bir kısmı. İlgisini çekenler için yakın zamanda sonuçlanmış, "Redesigning Suburbia" başlıklı, yatay büyümenin yarattığı sorunlara çözümler arayan bir yarışmanın kazanan projeleri buradan incelenebilir.
Dikey büyüyen yani birim alanda yaşayan nüfusun yüksek olduğu şehirler ise, ne kadar insani ölçüleri zorladıkları düşünülse de, sürdürülebilirlik açısından fırsatlar yaratıyorlar. Öncelikle azalan ulaşım talebi ve artan toplu taşıma imkanı ve hatta şehrin yürünebilir ya da bisiklet kullanılabilir olması şehrin toplam sera gazı salınımlarını azaltıyor. Yüksek binaların daha iyi mühendislik gerektiren yapılar olması enerji kullanım verimliliklerini arttırıyor. Birarada yaşama pratiği kaynakların israfını önleme yönünde çalışıyor. Binalar ve yollar için yeşil örtünün ve toprağın tahrip edilmesinin önüne geçiliyor.
Bu konuda yazılmış bir kitap yakınlarda yayınlandı: David Owen'in "Green Metropolis: What The City Can Teach The Country About True Sustainability" isimli kitabında Manhattan adası dünyanın en yoğun ve bu nedenle sürdürülebilirlik açısından en verimli şehirlerinden bir tanesi olarak tarif ediliyor. New York'un sürdürülebilirlik konusundaki gerçek sorunlarının ısıtma, aydınlatma, soğutma vb. nedeniyle azaltılması gerekecek olan sera gazı salınımları olmadığı, aksine bu konularda zaten sınırlarda olan bir şehir olduğu ancak bu verimli şehirden güvenlik, eğitim vb. nedenlerle kaçışın engellenememesinin daha büyük bir sorun olduğu şeklinde bir tez savunuluyor. Biraz düşününce, katılmamak elde değil gibi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder