Geçtiğimiz hafta aşırı yağışlar dolayısıyla İstanbul'da yaşanan sel felaketi, ölümlere yol açmış olması sebebiyle son derece düşündürücüdür. Metropol bir şehrin en gelişmiş bölgelerinden birinde, uluslararası havaalanına, sayısız ofis binasına, depoya veya endüstriyel işletmeye ulaşmak için en sık kullanılan otomobil yollarından birinin olduğu bölgede suda boğularak can verme olasılığı, heralde çok az insanın felaket öncesi aklına getirdiği bir olgudur. Ne var ki risk analizi ile uğraşmayan şehir planlamacılığı ve bürokratından şöförüne her seviyedeki ihmalkarlık bu sonucu getirdi.
Felaketin hemen sonrasında sorumlular aranmaya başlandı, ancak bu konuda da fazla derinlemesine düşünülmediği ortada. Her sıradışı durumda olduğu gibi birden fazla olumsuz faktörün bir araya gelmesiyle meydana gelen bu olayda da, heralde tek bir sorumlu aramak kolaycılık olur. Selin ve meydana gelen ölümlerin nedenlerini tek tek sıralamak benim için mümkün olmasa da, burada genel konumuz olan sürdürülebilirlik penceresinden bakıp dünyada bu tür problemlere karşı ne tür önlemler alındığını inceleyebiliriz.
Şehirlerde yağmur suyu akışının hem niceliksel, hem de niteliksel kontrolü, çevre mühendislerinin ve şehir planlamacılarını uzun süredir meşgul eden bir konu. Yeşil yapı sertifikasyon sistemleri ile artık bu kontrol önlemleri, mimarlar ve inşaat mühendislerinin de gündemine girdi. Doğal bir bitki örtüsü olan boş bir arazide inşaat yapıldığında sonuç, su emici özelliği olan toprağın yerini geçirgenliği olmayan inşaat malzemelerine bırakması oluyor. Çatı yüzeyleri veya dış asfalt yüzeyler, suyun toprağa ulaşmasını engelleyip bir akış yaratıyorlar ve bu şekilde doğal hidrolojik denge bozulmuş oluyor.
Yoğun yapılaşmanın olduğu bölgelerde, bu durumdan dolayı geniş alanlara düşen yağmur suyu, toprak tarafından emilmek yerine şehir topografyasının götürdüğü yere akıyor. Bazen denize ulaşıyor, bazen yapılaşmanın ortasında kalan dere yataklarına. Yapılaşma tamamen çukur bir yerde ise, yağmur suyu hiçbir yere kaçamadan toplanmaya başlıyor - gideri tıkanmış bir lavabo gibi. Daha da kötüsü, çevredeki yağmur suyu akışı da böyle yerlerde toplanarak problemi daha da büyütüyor.
Burada uygulanan prensip, yağmur suyunun düştüğü yerdeki zemin geçirgenliğini olabildiğince yüksek tutmak. Sonuçta siz yağmur suyu akışını eğimler ve mazgallar yoluyla toplayan ve şehirden uzaklaştıran mükemmel bir şehir bile tasarlasınız, bunun problemleri oluyor. Öncelikle su tahliye ve kanalizasyon sistemlerine daha büyük yatırımlar yapmanız gerekiyor. Daha da önemlisi, yağmur suyu akış esnasında kirleniyor, tahliye edildiği yerin de böylece kirlenmesine yol açıyor - örneğin bina çatılarında kullanılan zararlı maddeler veya bitmemiş inşaatlardaki malzemeler, yağmur suyu yoluyla denize akıyor. Yani problemi çözmenin en başarılı yolu pahalı altyapı yatırımları ile değil, kaynağında mühadele etmek.
Yapılarda yağmur suyu geçirgenliğini arttırmak için ise basit yöntemler kullanılıyor: Örneğin yeşil çatılar, yağmur suyunun önemli bir kısmını emebiliyorlar, geri kalanının yine tahliye edilmesi gerekiyor (tabi geri kalanını uygun bir sistemle toplayıp binanın su ihtiyacı için kullanmak mümkün). Geniş asfalt veya beton yüzeylerden kaçınmak, otopark veya kamyon parkı yapılacaksa bunu minimumda tutmak veya yeraltına yerleştirmek yine bir strateji. Daha az maliyetli bir çözüm ise, otoparklarda veya kaldırım gibi geçirimsiz yerlerde, gözeleri içinde bitki örtüsü yeşerebilen ve toprağa ulaşımı sağlayan çim beton kullanmak.
Dere yataklarına inşaat yapmak ise, derelerin taşmasının yanında bu su yollarının kirlenmelerine de yol açıyor. Yaklaşım sınırlarına uyulmadığı takdirde, yapılaşmanın getirdiği kirlilik, derelerin ve diğer su kaynaklarının kirlenmesine, yaşam çeşitliliğinin tehlikeye girmesine ve içme suyu kaynaklarının kirlilik riski ile karşılaşmasına yol açıyor.
Kirlilikten söz açılmışken, inşaat sırasında alınması gereken önlemlerin çevre koruması açısından öneminden bahsetmek gerekiyor. Çünkü inşaat sırasında yağmur yağması demek, önlem alınmadıysa inşaat arazindeki zaten bozulmuş toprak ve bitki örtüsünün iyice erozyona uğraması, bu erozyon sonucunda organik kütlenin ve daha da kötüsü inşaat arazisindeki inşaat malzemelerinin ve atıklarının su akışı ile hiç de istenmeyen yerlere taşınması sonucunu getiriyor. Örneğin su yalıtımında kullanılan petro-kimya ürünlerinin yağmur nedeniyle toprak tarafından emilmesi veya inşaat yakınındaki bir dereye taşınması, küçük çaplı bir ekolojik felaket anlamına geliyor. Dereler, bu taşınan organik ve sentetik atıklar tarafından kolaylıkla doluyorlar, yağmur miktarı arttığında ise sonuç derenin taşması oluyor. İnsan, tek bir yapı inşaatı için bu tür etkileri küçümsemeye meyilli olsa da, yoğun şehir yapılaşmalarında bu olumsuzluklar katlanarak çoğalıyor ve uzun vadeli küçük ekolojik felaketler, birkaç saat içerisinde insanları hayatlarını yok edebilen büyük felaketlere dönüşüyorlar.
Burada asıl görev yasa koyuculara ve denetimcilere düşüyor. Bugün yeşil yapı sertifikasyon sistemleri ne kadar gönüllü olsalar da, aslında temellerinde vazgeçilmez bir takım prensipler var. Bu prensiplerin uygulanması, birçok ülkede zaten şart ve ciddiyetle uygulanıyorlar. Yaptırım olarak ciddi cezalar veya yapı ruhsatının geri çekilmesi söz konusu. Ülkemizde de Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ile belediyelerin, yapılaşmanın olumsuzlukları konusunda risk analizlerini ciddiyetle yapmaları ve yasalara uyumu taviz vermeden denetlemeleri gerekiyor.
İkitelli'de olan olaylar, yeterli yağmurun yağması durumunda başka yerlerde de tekrar edebilecek olaylar. Küresel ısınma ve iklim değişiklinin önüne kısa vadede geçemeyeceğimize göre, ülkenin kendisini buna göre hazırlaması gerekiyor. Bu arada unutmamak gerekir ki, iklim değişikliğini uzun vadede azaltmanın yolu da yine sürdürülebilir binalar ve şehirlerden geçiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder